Avustralya’ya ayak bastığımız gün, ‘Yok artık bu kadarı da olamaz.’
dediğimiz olaylardan biri daha yaşanmıştı Türkiye’de, tarihler 15 Temmuz
2016’yı gösterdiğinde. Son yıllarda sayısını hatırlamadığım kadar çok kullanır olmuştuk
bu cümleyi; bizi daha ne şaşırtabilir, bundan daha acı ne yaşanabilir düşünceleri
eşliğinde. Sonra Melbourne’de kendimize
yeni bir hayat kurma çabalarımız devam ederken, her fırsatta insanları
gözlemledim; kendini doğaya, spora, eğlenceye, mutlu olmaya adamış dertsiz
tasasız insanları ve Türkiye’den peşi sıra felaket haberleri gelmeye devam
ederken, tüm ideolojilerden bağımsız şunu sorgular oldum: Farklı yaşam tarzlarının
bir arada yaşaması neden bu kadar zor? Farklılıklardan beslenmek, çok kültürlülüğün
sağladığı zenginlikle hem kendini hem ülkeyi geliştirmek neden dünyanın en
hastalıklı düşüncesiymiş gibi algılanıyor? Kimsenin kimseden üstün görülmediği,
kimsenin kimseye otorite kurmadığı, çıkarların çatışmadığı, insanların
birbirine saygı duyduğu, herkesin kendi özgürlük alanına sahip olduğu bir düzen
yaratmak niye mümkün olmuyor? Şüphesiz her soru, kendi içinde tartışılsa, üzerine
sayfalar dolusu şey yazılıp çizilse dahi aradığımız cevapları bulmak,
bulduğumuz cevapları Türkiye dinamikleri özelinde değerlendirmek hiç kolay
değil.
Öte yandan Melbourne, Avustralya’nın göçmenlik politikaları sayesinde
dünyanın en kozmopolit şehirlerinden biri. Kapıdan dışarı adım atar atmaz otuz
iki milletten insanla karşılaşıyorsunuz. Onlarca farklı dil çalınıyor kulaklarınıza.
Bu insanların hepsi aynı toplu taşıma araçlarına biniyor, aynı parklarda spor
yapıyor, aynı restaurantlara gidiyor, aynı işyerlerinde çalışıyor. Daha bir gün
olsun sokakta, tramvayda, trafikte tartışan iki insan görmedim. Bir markette,
mağazada sıraya girdiğimde kimsenin sıra kavgası yaptığına şahit olmadım.